Açıklama
Önyazı
Yıl 1944… İkinci Dünya Savaşı sınırlarımıza kadar dayanmıştır. Hitler faşizminin tüm Avrupa’yı ateşe attığı günler… Türkiye bu savaşa dâhil olmamak için dirense de etkileri tüm ülkede hissedilecektir. Ekmek, şeker, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış, dışarıdan gelebilecek ani baskınları önlemek amacıyla geceleri her yerde karartma uygulaması başlamıştır. Ülkenin aydınlarına da baskı uygulanan bir dönemdir bu aynı zamanda.
Rıfat Ilgaz, Karartma Geceleri’nde işte bu kapkaranlık günleri anlatır. Bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural, yazdığı ve toplatılan şiir kitabı nedeniyle aranmaktadır. Sağlık problemleri vardır, bu nedenle de hemen teslim olmak istemez. İstanbul’un soğuk ve karartılmış sokaklarına, eş dost evlerine sığınır. Tutuklandığı zaman savaş bitmiştir, ama savaş yıllarının Türkiye’de bıraktığı izler uzun süre silinemeyecektir.
Rıfat Ilgaz, Mustafa Ural’ın kaçış öyküsünü anlatırken, savaşın etkisindeki ülkemizin 1940’lı yıllarına da ışık tutuyor. Yurdumuzda ve uluslararası yarışmalarda birçok birincilik ödülü alan Karartma Geceleri’nin filmi de romanı kadar büyük bir ilgi görmüştür.
Birey ve Toplum, Hak ve Özgürlükler, İkinci Dünya Savaşı, İletişim, Kaçış, Mücadele, Siyaset
Tavsiye Eden Üye
President
Detaylar
Yayınevi
Sayfa Sayısı
Kategori
Çınar Yayınları
264
Edebiyat
Özgün Adı
Özgün Dili
İlk Yayın Tarihi
Karartma Geceleri
Türkçe
1974
Adres
SAKARYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ İMAR ve ŞEHİRCİLİK DAİRESİ BAŞKANLIĞI, Mithatpaşa, Adapazarı/Sakarya, Türkiye
Karartma Geceleri'nin çok boyutlu yanları var.
Tarih kitabı, dönemin bir belgeseli, gizli aşkların kitabı, aldatmanın ve aldanmanın kitabı... Dostluğun ne demek olduğunu unutmuştum ilaç gibi geldi mesela. Dostluk seni en tepedekiler didik didik ararken niyetinden şüphesi olmayan can yoldaşlarının arkanda dimdik durmasıymış mesela. Üç kuruşu varsa yarınlar yokmuşçasına paylaşmakmış.
İhanetin kitabı.
1940-44'lü yıllara dair birçok şey gizli kitapta. Diyorum ya tarihi bir belgesel resmen. Okumak lazım anlatamam. Beni biraz etkileyen kısma vurgu yapacağım. Malumunuz bir yandan Aliş'i var Mustafa'nın bir evladı. Bir eşi...
Asteğmen İlhan Paytak ile 40'lı sayfalarda geçiyor olacak, buluşuyor aklına ilk gelen isimlerden... Akşam yanına gidiyor ona güvenerek. Halbuki onun ilk sorduğu soru "Hayrola? Şükran'la kavga mı ettin yoksa!".. Sonra mesela köfte yanında şarap içmeleri ne kadar garip anlatamam. Dönem dönem ülkemiz ne kadar değişmiş? Yeme-içme alışkanlıklarımıza varana kadar herşey mi değişir?
Erlerden biri bir kadın uğramıştı, içeri aldım diye fırça kaydılar demişti... O kadın Şükran mıydı ki...
Ayten.. Ya Ayten'in Mustafa Ural'a duyduğu aşk ne olacak? Suçlu bir adamın karısı, kocalarının gidip teslim olmalarını ister, ama sevgili öyle mi? Sevgili, sevdiği erkeğinden ayrı kalmak istemez dedi. Aşkının ilanı değil de neydi bu? Ayten ben seni bırakmam diye haykırmadı mı aslında ne olursa olsun....
Ayten ile yeniden buluşacakları, onun yeni öyküsünü okuyacağı ve Ayten'i göreceği gün, gazetelerde öğrendiklerinin (Almanların geri çekilmeleri, faşistlerin de yargılanmaları vb) kendisine verdiği belki inceden gizlice tomurcuklanan bir aşkla karışık rehavetle içinde baharı yaşayan Mustafa Ural'ın dikkatsizliğiyle polis Basri Dönmez'e tekrar yakalanışı...
İlhan Paytak ile sıkıyönetim mahkemesindeki karşılaştığı gün...
Eşi Şükran'ın "yanlış anlama sakınları..." Mustafa Ural'ın mevzuyu sanki hep okurdan sonra anlıyormuş gibi saflığı... Geri dönelim. İlhan Paytak ile ilk karşılaşmalarında İlhan'ın tayınımdan fazla kalanı gelir bırakırım size demesi?! İlhan Paytak'ın ne olduğunu siz daha iyi biliyorsunuz dilim varmıyor burada şimdi söylemeye. Ama Mustafa Ural'ın onun -kendisini bir suçlu olarak gören ve adeta suçlayan, param yok diyip Mustafa'nın cebindeki son kuruşlarla köfteleri gümleten ama Şükran'ı kazinolarda yedirip içiren o şerefsizin- kendisi gibi mahkemede yargılandığını gördükten sonra dirilmesi, güçlenmesi... Artık kapalıda da yatabilir, taş odada da... Rıfat Ilgaz'ın -malumunuz kendisini anlatıyor- yani Mustafa Ural'ın düşüncelerini kaleme alırken sanki geçmişten günümüze gelen bir solucan deliğinden haykırışları olarak işittim, hissettim iliklerime kadar... Hiç mi değişmez bu coğrafya kaderine yandığım...
“İçmese de her zaman bir sigara paketi bulunurdu cebinde! Çıkarıp verdi. Bir de kendi aldı ağzına. Her iki sigarayı da aynı kibritle yaktı. Demek şu adamın, belki bu anda tek isteği olan sigaraya sahipti de, böyle bir varlığı cebinde taşımakta olduğundan bile habersizdi. Dumanını savururken düşünüyordu... Acaba diyordu, bu yanımdaki adam benim özlemini çektiğim bir şeye sahip olduğunun farkında mıydı? Belki onun tek sahip olduğu varlık da buydu, kuru bir özgürlük! Ama nasıl bir özgürlüktü ki, canı çektiği zaman bir sigara içmekten bile yoksundu? Daha daha... Şu duraktan kalkan bir tramvaya binememek, az ilerideki lokantaya girip bir çorbacık bile içememek!.. İşte bütün bunlara, belli olmayan bir süre için dar bir ölçüde de olsa, kendisi sahipti... “
Yukarıdaki metinde özgürlüğe farklı bir bakış açısı ile yaklaşan yazar, kuru bir özgürlük derken düşündürüyor! Tespit çarpıcı. Ne kadar özgürlük? Nasıl bir özgürlük! Topluluk halinde yaşamak her ne kadar hayatımızı kolaylaştırsa da, bu kolaylıkların yanında gelen sosyal baskılarla yaşamak sancılı, bazen de aşırı kanlı olabiliyor. Aile baskısı, mahalle baskısı, siyasal baskı derken görüyoruz ki; Sokratesten Hypatia'ya, Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya , bedenlere kurşun işliyor ama fikirlere asla. Roman bir öğretmenin kısa hikayesinden çok fazla ve hakkında günlerce muhabbet edebilmek mümkün.
Son olarak; bir içerik ekliyorum, roman hakkında verdiği detaylar ilgi çekici.
https://www.youtube.com/live/j1K1LFmSZDA?si=nLH21yZyNHYfY4IY
Mustafa URAL kaçıyordu neden? Düşünüyordu diye devam eden cümleyle başlayan kısım oldukça derinden etkiledi beni. İnsan düşündüğü için, düşündüğünü dile getirmeye çalıştığı ve seçtiği için neden kaçmak zorunda kalırdı ki…Mustafa URAL’ın kaçış planlarındaki zekası oldukça hoşuma gitti.Korku insana ne kadar zekice düşünme planları sunabiliyor diye düşündüm ama dönemin içinde bulunduğu durum daha fazla okuyucuya aktarılabilir diye düşünmüştüm en başta ama sonra dedim ki düşünmek bile bu kadar büyük bir suçken söylemek ne kadar mümkün olabilidi.
Öte yandan kitapta defalarca vurgulan birçok şeyin sanatla aşılabileceği fikri insan ve sanat arasındaki ilişkiyi ve sanatın iyileştirici gücünü,bununla birlikte ne kadar farklı düşüncüklere sahip bireyler olsak da bu iyileştirici güç ile daha hoşgörülü sağ duyulu ve ön yargısız bir dünyada insanca yaşamanın ne kadar hoş olabileceğini düşündüm. Özellikle şuanda yaşadığımız karanlık dünya ile birleştirdim bu düşünceyi. Kimbilir belki bir gün insanların daha özgür, sevgi dolu ve ben yerine biz merkezli olan bir dünyada yaşayabiliriz… Kuşak itibari ile o dönemlerle alakalı araştırma ve bilgim bu kadarla kısıtlı olup kitapla ilgili naçizane fikirlerim bunlardır. hoşuma giden alıntı ile sonlandırmak istiyorum.
‘’Doğdun doğalı ne oyun gördün,ne oyuncak
Uyu benim maviş kızım
Dem geçecek,
devran geçecek,
Keloğlan murada erecek
Sökülecek has bahçenin çitleri
Ağlayan nar gülecek!’’